30 Aralık 2009 Çarşamba

Yarım kalan kırmızı şaraba ağıt

Caanım şarabımı açıyorum,
aamaan diyorum kalabalık olmamıza gerek yok ki içmek için.
Ben şu anda bu şarabı içmek, yalnız başıma da olsa
efkarlanmak veya mutluluğumu katlamak
ve onun tadına varmak istiyorum...
İçiyorum...
Ertesi akşam için de bir miktarı kalıyor illa ki...
Fakat bir sonraki akşam eve vardıgımda içemiyorum onu...
Kalıyor, günlerce tezgahta sürünüyor,
O bana bakıyor, ben ona...
Ve sonra mide borumu şenlendirerek başlayan yolculuğu
lavabo giderinde son buluyor.


Üzülüyorum
Onun güzelliğini paylaşamadığıma,
Onu harcadığıma
Ona saygısızlığıma...

Şarabıma olan bu mahcubiyetimi giderecek
Onu benimle paylaşacak birisi vardır elbet oralarda,
işte onu bekliyorum artık...

24 Aralık 2009 Perşembe

Hasan ve kadın...

Evindeki kuşu ile konuşan yalnız ama mağrur bir kadın...
Ne burnundan kıl aldırır ama işte ne de ukala durur...
Yalnız oldugunu bir o bilir
Bir de Hasan...
Kuş.

Vardır bir kalabalık çevresinde
ama yalnız kalmak ister
Ama yeterince de kalabalıklarda olmadıgını düşünür bazen...
Bir düşündüğü diğer ile çelişir gibi görünür
ama pek de tutarlıdır ve biraz da naif...

Hasan ne bilir, ne anlar, bilinmez ama
arkadaş olur işte o koca evin içinde...

"Sus" der çok öttüğünde,
"öt oğlum, konuş" der pustuğunda...

Halini hatrını sorar arada bir
"Deli miyim" diye bir durur düşünür sonra
ama sonra da bir gülümse koyverir yavaştan...

Böyledir işte...
Gidenlerin yerine bir kuşcağız koyar.
Sevgisini bir ona
Bir de yüzündeki gülümsemeyle gündüz işindeki insanlara dağıtır...

Arada bir, sıklığı çok şükür ki azalmaktadır,
çoğunlukla bir şarkıda, banyoda ve yolda arabada giderken
durur ve başlar ağlamaya...

Onun karşısında ağladıgı gibi güçlü ve
bazen de sicim gibi süzülen şekillerde iniverir gözyaşları

Ooo o, artık atlattım, geçti hüznü dese de,
Birden beklemediği bir yerden tokat gibi iniverir onun düşüncesi...
Ani ve acılı...

Artık sorma der "ama neden" diye
hala da sorar durur işte kendi kendine...

Hasan anlamaz, Hasan bakar,
Hasan öter, ve sonra susar...

bu sıralar biraz karmaşığım

Kendimi özgürleştirmeliyim.
izleniyor olma hissinden cıkıp, güleryüzümü içime de taşımalıyım, hüznü silip...
ve bir de artık vazgeçmeliyim sadece kendimi yazmaktan.
Durumlar ve kişiler hakkında yazabilmem lazım artık...

Donde estas?

"Arabayı sen kullan demiştim içkiliyim,
Boşver yutalım şeritleri, bas gaza dedin...
Bu otel güzel adını sevdim,
Orda,
öyle yerlerime dokun, dokunmadığı kimsenin...

Sarhoş olsak ya, ikimiz unutsak ya
bulut olup iç içe bardaktan boşansak ya..."

Yıllar önceydi çok da güzeldi düşününce...
Benimsin demiştin, ben de senin,
Renkli rüyalar otelinde...
-------------------------------------------------------------------
"VAKTİMİ BEKLİYORUM" sanki yakın, hissediyorum...

23 Aralık 2009 Çarşamba

irem&teoman


İrem & Teoman
Duş...
Takıldım...

22 Aralık 2009 Salı

nerede kaldık?

Nerede kaldık?
Sanki 3 sene öncesinde kaldık gibi bir takıntıya kapıldım.
Yani sanki sonra herşey aşağıya dogru gitmeye başladı.

ve şimdi geriye dönüp baktığımda herşey o kadar değişti ki...
Ben gerçekten seninle o gün tanışan ben değilim...
Her geçen gün birşey katıyor, daha da olgunlaştırıyor insanı...

Kendimi tanımak istiyorum diyordum ya, hiçbirşey yaşamamak, hergün aynı rutini tekrarlamak bile, bana kendimi daha yakından gösteriyor...
Çünkü birşeylerin akışına bırakmıyorum kendimi, düşünüyor, geleceğimi, şimdiyi, beklenti ve isteklerimi düşünüyor, kendimi ve yaşadıklarımı değerlendiriyorum.
oradan oraya konsaydım eğer, eminim daha tanımaya fırsat olmadan, her biri bir nefeste, içip tüketip bir kenara koyacaktım seneleri ve insanları...
şu anımdan mutluyum...
böyle bir döneme ihtiyacım varmış...
Beni güçlendirerek çıkarttı...

25 Kasım 2009 Çarşamba

Güç

Nedir güç?

21 Kasım 2009 Cumartesi

kazananlar kaybedenler...

sanki son kez gözyaşı döktüm ve temizlendi yüreğim...
Bugün çok daha güçlü, çok daha hasarsızım...
Okudugum bir cümle beni daha güçlü kıldı...
Tam da ihtiyacım olan zamanda, tam da ihtiyacım olan canımın için dostumdan gelmişti, nasıl bir ruh hali içinde oldugumu bilmeden...şans eseri...
Yaşlanmamak için neler yapmak gerektiği yazıyordu madde madde...
Picasso'dan, Miro'dan, Dali'den ve 80+ yasından sonra cıkarttıkları muhtesem işlerden bahsederek...
Diyordu ki:
-Gözyaşları olacaktır. Ağla, yas tut ve sonra yeni yaşamlara geç...
- Vicdan azabından uzak dur. O insanı yer bitirir...Yeni insanlar tanı, dostlarınla ol, gez, toz ,kafanı dagıt, yeni ülkelere git, ne yap et, vicdan azabından kendini uzak tut.

Tam da benim hissettiklerim bu sıralar...
Çok değer verdiğim birisini üzdüğüm için vicdan azabı, ve beni üzen için hala gözyaşı...
Ama hepsi geride kaldı, kalmalı...
içimdeki o büyük bir yenilik olacak umudu güçlenirken aklım ve kalbim artık arkaya dönüp bakmamı engellemeli.

19 Kasım 2009 Perşembe

yok...

bu bir terapi...yazmak rahatlatıyor...kimseye hiç kimseye anlatmak istemediklerimi, hiçbir zaman paylaşsam da böyle anlatamayacagımı bildiğim için ya da anlayamayıp yine de benim için üzülecekleri için anlatamadıklarımı döküyorum işte...
ama kendimi neden gözetleniyormuş gibi hissediyorumn hala?
kendi kendime konusmak en tehlikesizi belki... buraya dökülen her kelimenin bilen birisine gitmesinden cekiniyorum hala ve yine de...
Hayatında ilk kez bu gibi seyler yasayan ben değilim ama bunları acıkca yazmak cesareti gösteremeyip de terapiyi yazmakta bulan, yani zaten anlatamadıgı için bunalan, yazamayıp daha da bunalan, kendini bir türlü, hiçbir zaman rahat bırakmayı beceremeyen az salaktan da biriyimdir...
off kendi kendimi düzeltemiyorum, hala olmuyor işte...
alışamıyorum....
bunun bir çözümü var, tek dileğim de onun gerçekleşmesi...
ama ne zaman olacak?

rosaria flores söylerken...

hayatında cok kişi var, sonra birden kimse yok...
hayatında o var, sonra birden birden! yok...

18 Kasım 2009 Çarşamba

yorgunum

günde 15 saat çalışarak, 7 saat uyuyarak (kahretsin ki az uyumaya bünyeyi bir türlü alıştıramıyorum), 1 saat yolda ev iş arasında geçirerek, toplamda kendimi dineleyebileceğim sadece 2 saatimin oldugu bir sekilde çalışıp duruyorum günlerdir...
Yatağa basımı koyup uyumaya geçene kadarki yorgunluktab bitik bedenin ihtiyaç duydugu 2-3 dakikada bile iş düşünmek zorunda kalıyorum...
ve tüm bu stres dolu günlerimde bile, iki arada bir derede, aynaya bakarken, duş alırken, yolda bi şarkı dinlerken ya da arabamı iş yerinin otoparkına park ederken, yani işe başlamama 5 dakika kala bile bir an geliyor, göz yaşlarıma engel olamıyorum...
Gelip gözümün ucuna oturuveriyorlar işte...
Kabullenemiyorum, olmayacak olsa da, olmayışına üzülüyorum, böyle oluşuna daha çok üzülüyor, yıpranıyorum...
Kızamıyorum, hiddetliyim gibi geliyor ama değilim aslında biliyorum...
Ona has bir sekilde kırık ve buruk hissediyorum...

Artık bu ruh halinden kurtulmak istiyorum...
Pure mutluluk, pure aşk istiyorum...

17 Kasım 2009 Salı

Radyoda bir yarım şarkı...

Hani radyoda bir şarkı çalar ve o senin en sevdiğin şarklılardandır da sen sadece şarkının sonuna yetişmişsindir...

Nakaratı, sesi sonuna dek açıp, bağıra çağıra söylemeye başlarsın, hemen ayak uydurursun...

Tam hızını almış, yüzüne bir gülümseme yayılmış, nakaratı ikinci kez söylemeye ve şarkını devam ettirmeye heveslenirken, şarkı o anda bitiverir de şaşırırsın, üzülürsün ya...

İşte sen de öylesin, söyleme hevesi kursağımda kalan, yarım kalmış şen bir şarkı...

25 Ekim 2009 Pazar

bu da benimki...

hem müziği hem sözleri...

Sono gocce di memoria
queste lacrime nuove
siamo anime in una storia incancellabile
Le infinite volte che mi verrai a cercare
nelle mie stanze vuote
inestimabile
inafferrabile
la tua assenza che mi appartiene (che mi appartiene)
Siamo indivisiblisiamo uguali e fragilie
siamo gia cosi lontani
Con il gelo nella mente
sto correndo verso te
siamo nella stessa sorte
che tagliente ci cambiera
aspettiamo solo un segno
un destino, un'eternita
dimmi come posso fare
per raggiungerti adesso
per raggiungerti adesso
per raggiungere te

güle güle

sevdiğin şarkıyla uğurluyorum...

Funda arar- özledim

Pişirdim sevdiğin yemekleri
Suya koydum sevdiğin çiçekleri
Evde ne varsa baktım elledim
Özledim çok özledim

Kucağımda senin aldığın bebek
Dinledim hep aynı şarkıyı dinledim
Mumlar bitti ben yine bekledim
Özledim çok özledim

Hep yürüdüğümüz sahildeyim
Şu küçük tekneyi nasıl da severdim
Resmin buruştu terli elimde
Onu denize atsam mı yoksa
Bağrıma bassam mı bilemedim

Önünden geçtim abonesi olduğumuz kahvenin
Girip oturmaya cesaret edemedim
Seni sordu bizim balıkçı
Göz yaşlarımı tutsam mı yoksa
Salsam mı bilemedim

Gözyaşı,özyaşı...

Bir ders daha aldım, demek ki bu da yasanacakmış...

Ama bakma sen benim su anda bu kadar olgun durduguma, birkaç gündür hiç gözyaşı dökmeyişime...

Anlayamadım günlerce ne oldugunu..Neden oldugunu, bunu nasıl yaptıgını anlayamadım.

Suratına vurulunca, açık açık söylenince, aldıgım cevaplar ve ardından gelen tutarsızlık hiç görmediğim türdendi...
içimden geçeni, herşeyiyle söyleyip, "bu böyle olmaz" dedikten sonra, neden hala saklıyorsun kendini güzel arkadasım, güzel kardeşim?
Neden?
Açık, apaçık olman için bundan uygun ortam mı var? Hayır.
Ama yok, bundan sonra ne olacak dediğinde, söylediklerin, giderken vicdan azabı çektiği her halinden belli ifaden ve o son hareketin neydi peki, madem sen de olmayacagına, değişemeyeceğine inanıyorsan?
Neden dürüst, neden cesaretli değilsin?

Neyse, ben neler oldugunu anlayıp sindirene kadar, benden cok şey gitti o günlerde, kabullenemedim ama yine bir Cafe Nero sonrası günde harika bir müzik eşliğinde arabamda aydınlandım bu kez de...bundan aylar önce yaşadığımın bir benzerini...

Fuck off! dedim kendime...
Kaybettiğini, geri gelmemecesine bittiğini biliyor ve o yansın, ben değil daha fazla..
onun da söylediği gibi, olması gerekenden fazla adım attım, ve fazla değer gördü zaten ama bitti.

Acı da büyütüyor insanı, gözyaşı da...
Gözyaşı insanın özünün yaşı oluyor, süzülüyor dışarı böyle zamanlarda.
Ve hep de bir başına kaldıgında...

Ama bu da geçecek, yaralar kapanacak, güzellikler olacak vakti geldiğinde hayatımda...

6 Ekim 2009 Salı

that's not him...

Bu o değil...
ne yaparsa, ne kadar nazik, ne kadar bilgili, kültürlü, görmüş, okumuş, bilgili olsa da bu o degil işte...
ortak konusacak birşeyler bulunur cünkü sosyal ve belli bir entellektüel birikimi olan herkes konusabilir.
davranış olarak cok nazik olup kendini degerli hissettirir, bu da cok güzel.
türkçeyi kullanısı düzgündür, ukala degildir, aklı basındadır, sulu degildir, sulanmaz, laubalilik yapmaz bunlar da OK, ama işte yok yok yok...
olmuyor...
kalbim çarpsın istiyorum, elim ayagıma dolansın istiyorum, asık olayım hadi ya da cok daha hafifi hoslanayım istiyorum ama hayır, işte ne yaparsam yapayım kocaman bir hayır...
ne arkadas olabilme, ne de kısmet gözü ile baktıgımda bu iş bana göre değil...
kagıt üstünde mükemmel bir çift olabilme potansiyeli olsa da bence bir kez daha bile görüşmeye ve onu da kullanmış gibi hissettirmemeye de özen göstermeli...
ne yazık ki hayır :( insan eve aglayarak girer mi?
bu kadar güzel bir yerde, bu kadar güzel bir yemek, fena da olmayan bir sohbet ve ardından güzel bir fotograf üzerine hediye...
insan eve aglayarak girer mi?
evet işte karsınızda ben...
olmayacak, ben gibi birini değil benden farklı birini ama beni heyecanlandıracak, mutlu edip, güldürecek, keyiflendirecek birini istiyorum....bunun farkına vardım..
bu kadar düzgün iki insan bi araya gelince cok yavan oluyor hersey... sen kara ben kara cocugumuz kapkara tadında bisey...
beni açsın, beni keyiflendirsin, zekası ve esprileri ile güldürsün istiyorum...
yüzüm gülsün ya...
kasılmak istemiyorum.
ama bunu da biliyorum ki yüzümü güldürmesi, zeka, incelik yetmiyor...
konusabilen, duygularını acabilen, korkmayan, cesaretli bir adam istiyorum hayatımda...
of yok böyle biri işte...
bundan aglıyorum ben:(

30 Eylül 2009 Çarşamba

buluşmalar...

her gece bikaç kelime yazmak şart oldu...
alışkanlıklar artıyor ve derinleşiyor nedense... kimseye anlatamadıgım için midir bilmem, oraya buraya, kagıda, peçeteye, not defterine, ajandaya, blog'a, kendi kendine atılan emaillerle her yere yazar oldum...

Hiç heyecanlanmadım bu aksam. sadece acaba ne konusucam diye düşünüp kaygılandıgımı bir ilk zaman oldu ama onu da kolay atlattım. Konu konuyu acınca ve karsımda cok konusan biri olunca.
en derin, en entellektüel konusmalardan, doyurucu, bilgilendirici, ögretici ve etkileyici sohbetlerden biriydi...
Ancak birsey eksikti: Kalp çarpıntısı...
Zıt kutup mu, yoksa, sende olmayanın bir baskasında olması ile ilgili bir durum mu bu heyecanı yaratan acaba? cünkü kesinlikle zıt kutup değiliz...Eş kutuplarız, biri version 2.6 ise bir digeri 3.5 benzer işletim sistemlerine sahibiz....
Hiç mi bir yakınlık hissetmez insan, hiç mi etkilenmez, vallahi hiç... Duygusal olarak hiç... Ama aklen, mantiken, beynen hayranlık duydum ve takdir ettim...
Fark etmedim ama ben mi kasıldım acaba?
dıştan degil, ama içten mi kasıldım acaba?
Ama insan ilk konusmasında da biraz olsun etkilenmez mi? Acaba demez mi? o gözle bakmaz mı?
Vallahi öyle olmadı....
kendimi sınavda gibi hissettim...şimdi de sınavı bir öğrenci gibi, vurdumduymaz...

Göreceğiz bakalım neler olacak...

27 Eylül 2009 Pazar

Biz üzerine...

Bir de öyle acayip bir bağ var ki aramızda, bu sıralar sen de hissediyorsan, normalden cok daha fazla düşünüyorum seni ve ihtiyaç duyuyorum varlıgına...

Ama her zaman da kendime itiraf ettiğim bazı gerçekler var ki onlar beni normal hayata geri döndürüyorlar:
- Evet, bir daha asla bu kadar derinden, bu kadar karsılıklı ve bu kadar naif bir sevgi yaşayamayacagım...
- Ama evet, biz ya da kendim için söyleyeceğim, ben gerçekten bu 6 sene içerisinde cok yıprandım...
- hayatıma bir baskası girse de ha deyince evlenmeyeceğim ve belki senin ihtiyacın olan zaman kadar ben yine birisi varken ya da yalnız o süreyi zaten geçireceğim ama, bir şeylerin düzelmesi için benim bir ya da birden fazla sene daha bekleyecek gücüm kalmamış ve işte bu sebepten kendimi yemişim zaten...
- Sevgimiz üzerine cok büyük eksiklikler duyuyorum ve cok özlüyorum ama bir yandan da ilişki boyunca söylediğim ve söylendiğim sekilde, hala birlikte olmasaydık da arkadasım olacak kadar cok muhabbet edebileceğim aynı dilden, aynı bakış açısı ile benzer tepkilerle konusabileceğim bir adam istiyorum hayatımda...
- Sadece konusabilmek, anlaşabilmek, hiç sıkılmadan eglenebilmek cok güzel ama o da hiç yeterli degil tek basına...Sevmekten korkmamak da lazım...
off kalbim agrıyor...
acıyor...

6 temmuz

O akşam konustuklarımız parça parça aklıma geliyor sürekli...
O konusmanın üzerinden kendimi toparlayabilmem cok uzun zaman aldı...
Şimdi bir kez daha benzer birşeyin olmasından korkuyorum.
Seninle yüzleşmekten korkuyorum, kendimden korkuyorum...

izliyor musun, duyuyor musun?...

6.hislerimin kuvvetli olması mı, yoksa kendi paranoyalarım mı buna sebep oluyor bilmiyorum...
Sanki beni izliyorsun gibi hissediyorum.
Tüm gün evdeydim, bir ara maniküre gitmek haricinde...
O kadar uzun zamandır haftasonu evde olamadım ki biraz tadını cıkartmak istedim.
Ard arda dizi izliyor ve vakit geçiriyordum.
Ta ki birsey beni dürtüp de telefonu elime alana dek. neredeyse 3 saat önce attıgın mesajı gördüm...
gün içinde de arayan sendin biliyorum...
aradıgın andan beri, aklımdan geçen tek soru "özledin mi?" oldu...
Ben özledim... pek cok seyi özledim...
Ama aynı zamanda bir o kadar da uzak kalmak istediğim seyler var...
Hayat öyle acayip bir sey ki canım; herşeyin vaktinde olmasını istersin ama hiçbirşey tam zamanı geldiğinde olmaz...

iş degiştirmek istersin uzun süre arar da bulamazsın, bulduktan sonra asıl hayalini kurdugun şirket seni arar...

Kafanı dinlemek istersin, karmasık duygular içinde olmamak istersin, ama hersey aynı anda basına gelir... Nasıl davranacağını bilemezsin...

Bir "neredesin?" kelimesi bu kadar mı sarsar bir insanı? Elim ayağım titredi, aglamaya basladım yine işte...
Hala bıraktıgın gibiyim, herseye aglıyorum.. hatta cok daha fazla, ama herkesten cok daha gizli aglıyorum, ota boka, ufacık bir ask sahnesine, michael jackson anısına yapılan Romanya'daki dans gösterisine dahi...

Neredesin'in ardından aglamalarla birlikte içimde geçeni de paylaşmak istiyorum: Bunu bana yapma... diyordum içimden.

o kadar cok sebep var ki bunu söylemem için... bunu bana yapma...lütfen...

uzaktaki varlıgın bile, her an yanımdaymış gibi hissettiriyor kendini bazen... bir de benimle temasa geçince, ben de kendimden geçiyorum işte...
ne yapacağımı bilemez biçare bi duruma düşüyorum...

24 Eylül 2009 Perşembe

Concha Buika-no habra nadie en el mundo...

Neden acısı ve eksikliği git gide azalacak derken, artıyor hala?
Her sabah ve her akşam, ya da işten, seni oyalayacaklardan uzaklaşıp da bir başına kaldığında niye hemen o düşüyor aklına?
Niçin bir yanın, sonun en sonunda bu olacağını söylese de,bir yanın çok çok çok özlüyor?
Niçin yerini hiçbir şey dolduramıyor, sürekli gözünün ucunda iki damlaya dönüşüp akıyor geceleri?
niçin bakışlarını, tenini,özellikle de gözlerinin içine bakarak sevgisini hissettirdiği ve bir de gülümsediği anları, ve bir de sabahları uyandığındaki tatlılığını ve bir de en sevdiğiniz şarkıyı sözlerini ata tuta mırıldanmasını, ve bir de elinde çiçeklerle gelivermesini, öpüşlerini, söylediği güzel sözcükleri ve daha daha daha pek çok şeyini her geçen gün daha çok özlüyorsun?

Olmayacaktı diyorum ama neden dinlemiyorsun beni?
-----------------------------------------------------------------------------------------------
Ne güzel söylüyor Concha...

15 Eylül 2009 Salı

Pilav

Dün ilk kez cok uzun zamandan sonra pilav yaptım...
Ve tereyağlı pilavın o kokusuyla birlikte birden o kadar cok sey, o kadar güzel şeyle canlandı ki gözümde...
Biriktiler, biriktiler, damlaya damlaya dışarı akıp gittiler...
Ne kadar cok severdi pilavımı...ve bir de beni...
"Bunu bize nasıl yaptın..." sorusu o kadar cok yankılandı ki kafamda ve o kadar cok sebep buldum ki kendi kendimi ikna etmek için her defasında...
Hep konuyu kapattım sandım...Ama olmadı. Yine yine yine onun hatırası üşüştü aklıma her yalnız kaldığımda... her gün.
yine ve hala biliyorum ki olmayacak, yürümeyecek pek çok sebep vardı...
Ama bu onun beni ne kadar çok sevdiğini ve benim onu ne kadaar çok sevdiğimi, katıksızca ve umursamadan herşeyiyle sevdiğimi değiştirmez ki...
Belki pek çok açıdan gün gelecek onun yerini dolduracak birisini çıkacak karşıma; ama bu kadar naif, bu kadar saf ve yoğun bir sevgiyi bir daha yaşamak mümkün olabilecek mi?
...
Bence de hayır

kötü günler

Hayatımın en zor, en aşılmaz günlerini yaşıyorum son 10 gündür...
üzüntü ve stresten hiç bu kadar dayak yemişçesine yorgun düştüğümü hatırlamıyorum...Ne yıprandığımı, yansıtmamaya çalışıp, herkese güçlü görünmeye çalıştıkça ve benden medet umanların derdini paylaşıp çözüm üretmeye çalıştıkça ben bitiyorum, ama herkesin derdi o kadar kendine ki kimsenin bunu görebilmesi mümkün değil...
Çok yorgunum ve çok da birbaşına...
Nolacağını bilemediğim günler bizleri bekliyor ve eskisinden daha iyi olmayacağı kesin olan bu durumun içinde nasıl en az zararla nasıl sıyrılabiliriz bunu bulmam lazım...Bunu bulmak yine onlara değil bana düşüyor çünkü...

23 Ağustos 2009 Pazar

bilmiyorum

Ben de bilmiyorum nasıl olacak bu işin devamı...Bir sonu olacak mı, zaten sonda mı, hiç olmadı mı...Ben de bilmiyorum

13 Ağustos 2009 Perşembe

zehirlenmedim, ağladım!

Sabah işyerine geldiğimde gözkapaklarım davul, surat ifadem şaşkın balık kıvamındayken, insanların gözünün içine baka baka, dün aksam zehirlendiğimi ve gecenin yarısını tuvalette geçirdiğimi söyledim ya, çok merak ediyorum acaba bu yalana hangisi inandı..

Evet, bence de hiçbiri...

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Mutfak robotundan hallice...

En son 17 milyon civarında kalmıştık...
17 milyon farklı hayat ve hepsi aynı şehrin sınırları içinde...
Hepsi dünyanın en nadide şehirlerinden birinde yaşadığı için şanslı...Kimi daha şanslı,gözünü her gün boğaza açıyor, kimi daha az, henüz denizi bile görmemiş, içine iyot kokusunu çekmemiş...

Bir de arada olanlar var, her gün boğaza nazır uyanmıyor ama her fırsatta da, boğazın kıyısında soluğu alabiliyor.
İşte bu arada olanların Avrupa yakasında yaşayanlarından, belli bir kesimi kendilerine Bebek'i mesken tutuyorlar.
Her haftasonu sabahtan akşama, her haftaiçi genellikle öğleden sonralarından gece yarısına kadar, Bebek'in birbirinden muhteşem kafe ve restoranlarında güzel vakit geçiriyorlar, güzel vakit geçirebilmek için restoranlarda kuyruk bekliyor, kafelerde belki denizi dahi göremeseler de sırf popüler oldugu için saatlerce oturuyorlar...
Peki bu insanlardan bir Allah'ın kulu da ezber bozan bir harekette bulunmaz mı diye bakıyorsun, ı ıh, yok...

Haftanın her günü sabah 07:00 itibari ile Bebek'in en muhteşem manzarasına sahip cafesi, Caffe Nero kapılarını müşterilerine açıyor..

Arada bir İstanbul'a gözümü açmak için buraya geliyorum. Teras'ında oturup, ışıldayan pırıl pırıl denize, hafif hafif dans eden teknelere, bir gün üzerinde boğazı geçmeyi hayal ettiğim kuru yük gemileri, tankerler, RO-RO'lara bakıyor, kahvemi yudumluyor, ipod'um kulagımda, yüzümde salak bi gülümseme ile birşeyler yazıyorum, eğer gözümü boğazdan ayırabilirsem...

İşte belki de dünyanın en muhteşem güne merhaba deme yollarından birisini, henüz emekli olmuş teyzeler, spor yapan amcalar, ya da Bebek yakınlarında oturan sabah sporunu yapmış genç annelerden başka keşfetmiş bir Allah'ın kulu daha yok...

Yahu, ben de çalışıyorum, hem de en alasından eşşek gibi çalışıp yoruluyorum, uykusuz kalıyorum ama bu bir sabah sadece 1 saatçik erken uyanıp, o rutininden sıyrılıp hayatta neler istediğini, nerede oldugunu düşünmek için, gözünün önünde ne güzellikler oldugunu görmek için ufacık bir mola yaratmama engel olmuyor...ve biliyor musunuz, beni günlerce motive tutuyor...

Bunu pek çok kez test ettim. 17 milyonluk, pek çok ülkeyi katlayıp cebinden cıkartacak, dev bir şehrin çarkında, dişlilerden biri olmayı öylesine kabullenmişsiniz ki ne yazık ki, bir sabah da elinizin altında, gözünüzün önündeki güzelliği değerlendirmek aklınıza gelmiyor, bu milyonlardan birinin dahi aklına gelmiyor...

Gerçekten enteresan!

dokun bana...

İçten, sıcak bir dokunuşun, derinden bir bakışın anlattıklarına hiçbir kelime tercüman olamaz...

O, "Dokun bana, ama gerçekten dokun, öyle elini elimin üstüne koyup temasta bulunurken, baska şeylerle kafanı meşgul ederek geğil, sadece beni görerek, herşeyinle dokun bana ve hisset" diye bağırırken, kelimelere dökmese de, tüm bedeni bunu söylüyor olsa da, bunu nasıl da görmüyordu, nasıl da bilmezden geliyordu adam...
Sevgiyi mi bilmiyordu, sevmekten mi kaçıyordu? Bilmediği şeyi, anlamaması hoş mu karşılanmalıydı, yoksa kolaya kaçıp, kendini sakladığı için iyice bir silkelenmeyi ya da silleyi hak etmiş miydi?
Bu bir oyun muydu? Bir taraf oyun oynamayı bilmiyorsa bu işin sonu ne olurdu?
...

11 Ağustos 2009 Salı

Bir yanılsama...

"Evlensem mi, yoksa önümde kalan çocuk yapmadan çılgınca eğlenerek geçirebileceğim son 10 yılın değerini bilerek maceralarla dolu mu yaşamasam?" ikilemini kapsasa da, onu sadece bir "side-dish" olarak gören ağırından bir konu...
Aşk geçer, sevgi bakidir derler ama, ilişki sonuna dek fedakarlık ister. Vermezsen solar gider, ölür..Onu kurtarmaya ne senin sevgin yeter, ne de onun..Büyük bir aşkla başlayan ve ilk gençlik yıllarından, olgun birer birey olmaya dogru giden yolda, arada bir teklese de, seneler senelerce, giden bir ilişkinin ardından ne yapılır? Yürümeyen pek çok şey vardır artık. Bir ömrümü bu adamla geçirebilirim tutkusu ve arzusu zamanla yerini korkulara ve büyüyen beklentilere bırakır. Herkesin arayıp da bulamadığı, dürüstlük, güven, açık sözlülük ve saygı sizin de ilişkinizin temel taşıdır ama sanki çok kolay bulunan bir nimetmiş gibi de kanıksanmıştır. Onun yerine tahammülsüzlükler, huysuzluklar, gerginlikler, beklentiler, hadi artıklar ön plana çıkmaya başlar. İlişki pörsür, eski ışıltısını kaybeder. Öte yandan öyle derin ve içe işleyen bir sevgi ve güven ile büyümüşsündür ki bu ilişkide, dışarıdaki her ilişki, her insan senin için korkutucudur.
Artık bir ikinci kez aynı duyguları, aynı saflıkla yaşayamayacağını bilirsin.. Buna rağmen, bu büyük sevgi, ilişkide silkinmenize ve "hop noluyoruz ya" dedirtmeye de yeterli olmaz. Kişisel eksiklikler, anlaşmazlıklar ön plana çıkar, bir kısır döngü içerisinde kalır, döner durursun. Bir yanın, herkesin eksikliğini duyduğu o sevilme ve tapılma duygusuyla tamken, bir diğer yanın bir ömür mutlu olabilecek miyim diye kendine sorup durur.

Tabi sadece iki yanın mı var sanıyorsun: Bir diğer yanın, kadir kıymet bilmeyen bir nankör olduğunu söylerken, "kaçan kovalanır bunu biliyorsun ama sizin ilişkiniz o kadar basit değil, hersey karşılıklı" derken, diğer yanın ise, onda bulamadıklarını arzular,eksikliklerini söyler durur. Ayrılığın bir tokat gibi yüzüne ineceğini bilsen de, hem onu hem kendini harap edeceğini bilsen de, olacakları geciktirirsin ama sonunda önüne geçemezsin işte... Onu üzdüğün için bir kere daha için yanarken, acaba bu mutluluğu bir daha bulabilecek miyim diye sorarken, diğer yanın da devam ettiği sürece süreki su kaynatan bir motor gibi olacağını ve büyümenin bir yolunun acı çekmekten geçeceğini söyler durur. Belki gün gelir, o gün 1 ay mı olur, 1 yıl mı bilinmez, ikiniz de birbirinizin kıymetini daha iyi anlarsınız ve daha bir büyümüş olursunuz..Ama şimdi bir süre ayrılık ve acı vaktidir...

10 Ağustos 2009 Pazartesi

YENİ YALAN ZAMANLAR

Yapılabileceklerin, yapabileceklerinin sınırları belirli. Herkesin bildiği bir evlilikleri, ellerinde yüzükleri var. Henüz doyamamış ruhları, tatminsizce savrulan, oradan oraya parçalanan yürekleri var, herşeyi karşılamaya hazır görünümlü bedenleri bir de...Hedef belirli: Doymamış ruhlarını tatmin etmek, her nerede ve kiminle olursa. Muhtemel hedef belirlenince, ona odaklanmak ve ona oynamak hiç zor değildir. Ne de olsa o evli barklı kadındır, karşısındaki erkek ise olsa olsa onun dilinden anlayan arkadaşı. Herhangi bir erkekten farklı olmayan birisi.Bir de işin iç yüzü vardır tabi ki: " Henüz benden geçmedi." "Elimdeki yüzük, benim bağlı olduğum kişiden farklı bir başka kişiyi baştan çıkartamayacağım anlamına gelmiyor." " Ben hala neden arzulanmayayım ki..." " Gencim, güzelim ve erkeklerin ilgisi benim yapımın doğal bir sonucu..." fikirleri akıllarında uçuşur durur. Hiç çekinmezler dostane tavırlardan da öte sıcaklıklarda, hedef erkeklere yaklaşmaya. Hafif dokunuşlar, espriler eşliğinde bileklere, ellere vuruş-dokunuş arası temaslar,sigaraları yakılırken çakmağı tutan erkeğin eline uzun süreli dokunuşlar...Yapılan esprilere istisnasız gülüşler ya da tam tersi son derece soğuk durup " Ne oldu, neyin var?" sorusunu sordurtacak tavırlar sergilemeler...Onun yanından ayrılmamalar, fazla da dikkat çekip herhangi birisini işkillendirmemek adına diğer arkadaşlarını yani oyunundaki figüranları da işin içine katmalar..."Evli ama bak ne kadar eğlenceli kadın." dedirterek erkeğin aklını karıştırmalar...Hele bir de işin içine içki girdiyse, o içkilerdin verdiği rahatlıkla daha da sıklaşan flörtöz dokunuşlar, daha sık ve kaçamak bakışlar ama istisnasız hep arkadaşlık kisvesi altında bakışlar...

Ne de olsa o eşine bağlıdır ve bir başka erkeği bekarken yapmış olsa "resmen yazıyor!" damgası yiyeceği davranışlarda bulunurken tek amaç sıcak bir dostluktur. Kız arkadaşlarında ne hikmetse bulamadığı dostluk... Elindeki yüzük ve toplum içindeki konumu onu daha da rahat kılmıştır. Ne de olsa tutunacak bir dalı her zaman vardır. O evlidir. Hakkında düşünülenler tümüyle yersizdir ve ne kadar da ayıptır. Oysa ki içinden geçenleri sadece o bilmiyordur. Bizim gibiler tarafından da biliniyordur ki, yatağa giden yol orada bitmediği sürece mübahtır. "Biraz flörtten ne çıkar ki..." mantığı ile zehrini yavaş yavaş akıtır karşısındaki kurbanına.

Oyun nerede biter peki? Oyun, erkek onu arzuladığını gösterdiği; bir nevi, fiziksel iradesi altında diz çöktüğü anda ve başrol oyuncumuz, onu için için istese de korkusundan, elinin tersiyle ittiğinde " Bu da nereden çıktı, sen beni yanlış anladın, biz yalnızca arkadaşız." cümlesini sarf ettiğinde, yani daha önce pek çok kez provasını yaptığı ve aklında bunun hayalini kurduğu anı yaşadığında biter. Aklı karışan, sudan çıkmış balığa dönmüş ve sinirlenmiş erkeğin tavrı ne olur bilinemz ama kızımız; yalnızca eşine bağlı olmanın verdiği gururla ve hedeflediği kurbanını dize getirmiş olmanın verdiği mutlulukla hayatına devam eder. Hatta bazen öyle mutlu olur ki bu mutluluğunu ve takdire şayan bağlılığını diğerleri ile paylaşmak ister. O erkeğin, ne kadar utanmaz olduğundan dem vurarak, evli barklı bir kadın için amaçladığı hayasız şeyleri kınayarak olanları dostlarıyla paylaşır. Dostları dediği kişilerin, ağızların torba olmayıp büzülemeyeceğini de bilir ve bu, işine gelir. Böyle gurursuz erkekler, evli kadınlara musallat olmamalı ve herkes onların ne malın gözü olduğunu anlamalıdır.

İşte kocalarının koynuna bu zorlu yollarda; namusunu korumayı başararak girerler, bir gece, bir gece daha...Belki olur da ipler kocası tarafından koparsa, ancak o zaman gerçekleştirmeyi bir türlü gözlerinin alamadığı o bir sonraki adımı atar bizim yeni yalan zamanların namuslu kraliçeleri... Bu yedikleri haltların hiç anlaşılmadığı fikri ile ve yosmalığın en alası olduğunu hiç akıllarına dahi getirmeden...